[*]

by systems
[*]
“Bir düşünceyi net olarak söyleyemiyorsanız, onu kendiniz de anlamıyorsunuz demektir.”
John Searle*
Gözlerini kısmış, kafasını bir sağa bir sola çeviriyordu. Neredeydi? Bu gördükleri neydi? Neden gözleri acıyordu? Neden gözleri bir karadelik gibi etrafındaki her şeyi kendisine çekiyordu, bilmiyordu. Bir süre gözlerinde bu acıyı hissetti. Acı çektiği için etrafında neler olup bittiğinin de farkında değildi. Bir süre sonra gözleri alışmaya başladı, tıpkı karanlık bir odaya girdiğimizde göz bebeklerimizin yavaş yavaş büyüyüp odanın ışığına alışması gibi.
Hiçbir şey hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında buradaydı. Şaşkındı. Burada olmayı o istememişti. Sanki buraya fırlatılmış gibiydi.
Kimdi? Neden bu şeyleri hissediyordu? Üstelik, neden bu şeyleri hissettiğinin farkındaydı? Yavaş yavaş bir şeyleri kavramaya başlıyordu. Çünkü bazı şeyleri istediğinde hareket ettirebiliyor, bazı şeyleri ettiremiyordu. Beşer çıkıntıya sahip dört uzantısı vardı, kendisinin içine hapsolduğu bu şeye bağlılardı bunlar. İstediği zaman hareket ettirebiliyordu bunları. Ama hemen yanı başında tuhaf bir şekle sahip sert bir şey vardı. Onu da hareket ettirmek istediğinde bunu başaramamıştı. Fark etti ki: gözlerini açtığı bu yerde, kendisi ve diğer şeyler vardı.
İçine hapsolduğu bu bedenden çıkmak istiyordu. Hissettiği şeyler, tüm bu deneyimler bu bedene değil kendisine aitti. Hele bir de aynada kendisini görse acaba ne hisserdi?
Etrafındaki her şeyin gözlerinin içine hücum ettiği o ilk anların üzerinden bayağı zaman geçmişti. Yavaş yavaş alışıyor, öğreniyordu. Ama bir şeyler ters gidiyordu. Kafasını sadece sağa ve sola çevirebiliyor, arkasına dönüp bakamıyordu. Üstelik boynunu acıtan ve içine hapsolduğu bu bedenin maddesinden yapılmayan soğuk ve sert bir madde hareketini kısıtlıyordu. Arkasına dönüp bakamıyor, bakmaya çalıştığında da boynundaki bu şey neredeyse boynunu koparacak kadar küçülüyor, inanılmaz bir acı veriyordu. Ne arkasına bakabiliyor, ne de bakmak istiyordu.
Tüm bu yaşadıklarına, hissettiklerine bir anlam vermeye çalışıyordu. Kendisinden 2000 yıl sonra dünyaya gelecek biri, bu çabasının boşa olacağını söyleyecekti[*]. Çünkü hayat anlamlandırılamazdı.
Bunları düşünürken bedeni onu birden tüm bu “boş düşüncelerden” çekip almış, tüm dikkatini karşısındaki duvarda hareket eden gölgeye yöneltmişti. Belli belirsiz şekiller oluşuyordu duvarda. Bu şekiller duvarın bir ucundan görünmeye başlayıp diğer ucuna kadar devam ediyor, sonra yok oluyorlardı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. Tabii henüz küçük dilinin olduğunu biliyor değildi.
Bedeninin sol tarafının içlerinde bir şey varlığını göstermeye başlamış, haksız yere zindana atılmış birisinin öfkesine benzer bir öfkeyle ikide bir kapıya yumruk atıyor gibiydi. Demek ki, bedeni göründüğü gibi tek parça değildi. İçinde çeşitli parçalar vardı.
İyi de neden birden irkilmiş, bunlara anlam vermek dışında bir şey düşünemez olmuştu?
Henüz bu sorunun cevabını bilmiyordu. Ama ondan birkaç bin yıl sonra, bunun en temel içgüdü olduğu söylenecekti. Kendisinden önce yaşayan ataları, yüzbinlerce yıl boyunca yırtıcı hayvanların saldırısına uğramışlardı. Ataları ortamdaki ses ve koku birden değişir, ağaçların arasından çıtırtılar gelir, dallar ve yapraklar sarsılır veya savan otlaklarında otlar gelişigüzel yerine belli bir şekilde hareket ederse bu işaretlerin kendileri için iyi olmadıklarını öğrenmişlerdi. Bu tür durumların altından mutlaka bir yırtıcı hayvan, yılan veya zarar verici bir şey çıkmıştı. Bu sinyalleri doğru yorumlayamayan ve tehlikenin farkına varamayan ataları yok olmuştu. Yok olanlar genlerini sonraki nesillere aktaramamıştı. İşte kendisi, bu sinyalleri doğru yorumlayan ataların genlerini taşıyordu. Tüm bu korku ve telaşın nedeni buydu.
Bir süre sonra bunda korkulacak bir şey olmadığını fark etmişti. Her şey çok basitti artık onun için. Gözlerini açtığı bu yerde, her şeyin nedenini biliyor, her şeyi tanımlayabiliyordu. Artık gölgeleri şekillerindeki farklılıklar ve benzerliklerinden yola çıkarak tanıyor, hangisini daha önce kaç defa gördüğünü biliyordu. Her farklı gölgeye başka bir isim vermişti. Bazı gölgeler kendi bedenine benziyordu. Bunlara insan demişti, bazı gölgeler vücutlarından çıkan dört çıkıntı üzerinde hareket ediyordu, bunlara da hayvan demişti. Diğerlerinden farklı olarak, duvarın en sağ altından başlayıp en sol altından çıkıp görünmez olan gölgelerden farklı olarak duvarından her yerinde rahatça hareket eden şeylere de kuş demişti.
Çok mutluydu. Her şeyi çözmüştü. İnsanlar, hayvanlar ve diğer şeyler.
Üstelik her şey çok düzenliydi, birbiri ardına gerçekleşen olayların sırası hiç değişmiyordu. İyi bir gözlemci sayılırdı. Bunca zaman boyunca duvardaki gölge gerçekliklerini incelemiş, insanlar, hayvanlar ve diğer şeyler hakkında bilgi sahibi olmuştu.
Kahramanımız, bu şekilde binlerce yıl boyunca boynundan bağlı kalmış. Bu haliyle o kadar fazla gözlem yapmış ki, artık her şey zihninde çok berrak bir hal almış.
Derken günler günleri, yıllar yılları takip etmiş. Yıl olmuş 2021.
Kahramanımız yine duvardaki gölgeleri incelerken birden duvarın içinden ak sakallı bir dede çıkmış. Daha önce hiç beyaz renk görmemişti. Tüm gördüğü duvarda hareket eden siyah, boğuk karartılardı. Oysa şimdi gözlerini açtığı bu mağarada ilk anlarına benzer deneyimler yaşıyordu. Hem bu şey ne kadar da tuhaftı. Diğer tüm gördüğü şeyler 2 boyutlu iken, bu şey 3 boyutluydu: buna derinlik diyorlardı.
Tüm bunları düşünürken, ak sakallı dede ağzını hareket ettirip sesler çıkarmaya başladı. Konuşuyordu. Ağzından ilk çıkan şey şu oldu:
– Ya eyyühennas!
Sonra bunu yanlışlıkla söylediğini fark edip, boğazını temizleyerek devam etti:
— S.A, ben Platon. Evet, o sürekli karşılıksız aşklarınıza yanlış kullanımla alet ettiğiniz kişi benim. Zamandan ve mekandan münezzehim. Bana ihtiyaç olduğunu hissettiğim yerde ortaya çıkarım. Fikirlerim tüm düşünce tarihini etkiledi. Kutsal kitaplar bile yorumlanırken benim düşüncelerimin etkisinden kurtulamadı. Hatta bazılarınız daha ileri giderek: “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir.” diyecek. Buna karşılık, kendini bilmezin biri de çıkıp: “ Batı felsefesi, Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibaretse, Platon da Parmenides’e düşülmüş dipnotlardır.” diyecek ama onu fazla ciddiye almayın.
Bu yaşlı adam konuşmasını bitirip sustuğunda, şaşkınlıklar içindeydi. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Tek yapabildiği şey, hissettiği korku ve dehşeti gizlemeye çalışmaktı.
Yaşlı adam devam etti:
— Anlaşılan, tüm dünyanın bu mağaradan ibaret olduğunu düşünüyorsun. Tüm renklerin siyahın tonu olduğunu, tüm varlıkların 2 boyuta sahip olduğunu ve bu düşüncenin de kesinlikle hakikat olduğunu düşünüyorsun. Amma lakin ki öyle değildir. Gel sana, bundan birkaç on yıl önce yaşamış bir bir dehanın — Bertrand Russell — anlattığı hikayeyi** anlatayım.
— Oldukça şüpheci ve iyi bir gözlemci olan bir hindi varmış vakti zamanında. Hindideki bu cevheri fark edemeyen sahibi hindiyi pazarda bir miktar paraya satmış. Yeni sahibi hindiyi satın alır almaz götürüp kümese koymuş. Hindi yeni sahibinin niyeti konusunda şüphelenmiş. Ancak yeni sahibi, sabah saat 9.00’da yem ve su getirmiş. Bu hindi, başta da belirttiğim gibi oldukça iyi gözlemcidir. Öyle hemen bir sonuca varmaz. Ertesi gün ve sonraki günlerde de gözlemlemeye devam eder. Güneşli, yağmurlu ve karlı günlerde de gözlemlerine devam eder. Her gün sabah tam 9.00’da yem ve suyunun getirildiğini görür. Artık ikna olmuştur.
Çıkarımını yapar: “Benim sahibim her gün sabah saat 9.00’da yem ve suyumu getirir.” der. Bir gün sabah 9.00’da yine sahibi çıkagelir. Ama elinde yem ve su yerine bıçak vardır. Çünkü o gün Şükran Günü’dür.
Bunları söyledikten sonra ak saçlı, nur yüzlü dede kıkır kıkır bıyık altından güler. Evet bıyık altı. Ama kendisi bir şey anlamamıştı. Russell da kim? Hem bu hindi de nereden çıktı diye düşünüyordu.
Tam bu sırada, yazar olaya müdahale edip her şeyi dondurdu.
— — — — — — — — — — — –
(Evet biliyorum, artık olayın kahramanına bir isim vermenin zamanı geldi: Muad’Dib. Yazar bu ismi kahramanın kulağına üç kez ezanla birlikte okudu ve hikayenin içinden çıkıp daktilosunun başına geçti.)
— — — — — — — — — — — –
Platon, Muad’Dib’e dönüp, “Merak etme her şeyi yakında anlayacaksın”, dedi. “Ama önce seni şu mağaradan çıkarmalıyım.”, diye ekledi. Muad’Dib mağaradan çıkmak istemiyordu. Platon onu zorladı, boynundan zinciri çıkardı ve onu mağaranın dışına taşıdı. Muad’Dib şaşkınlıktan ölecekti. “Tüm bu renkler, nesneler, canlılar, gökyüzü. Aman Allah’ım!”, dedi. “Allah mı?”, diye şaşkın bir yüz ifadesi ile Muad’Dib’e baktı Platon. “Bu biraz karışık bir mesele, sana daha sonra anlatacağım bunu”, dedi.
Muad’Dib, bugüne kadar tüm gerçekliğin beynin dış dünyaya açılan kapıları olan duyularından gelen bilgiler olduğunu düşünüyordu. Yanılmış olduğunu görmek ona acı veriyordu. Bir yandan kendini kötü hissediyor, öbür yandan Gerçek’e şahit olduğu için de mutluydu. Platon ona bu düşüncesinde acele etmemesini salık verdi. Çünkü Gerçek, bu dünyada olamazdı. “Tüm bu gördüklerin, Gerçek’in dezenforme olmuş halleridir”, dedi.
Platon, Muad’Dib’e birçok şey öğretti. Felsefeden dinlere, tarihten sanata kadar birçok alanda çoğu şeyi biliyordu. Ama son yıllarda oldukça popüler olan Yapay Zeka konusunda henüz bir şey öğrenememişti.
— Oh, Platon. Yüce insan. Bana Yapay Zeka’yı anlat. Nasıl öğrenebileceğimi göster. Mağarada kaldığım onca süre boyunca hep bu anı bekledim.
Platon, cahillikler içinde mutlu mesut yaşayan birini çağırdı. Bu kişi, sözde birkaç aydır Yapay Zeka, özelde ise Yapay Öğrenme(Machine Learning) öğrenmeye çalışan biriydi. “Muad’Dib’e nasıl Yapay Öğrenme öğrenebileceğini anlat” diye kükredi Platon. (Yazar bile bazen Platon’un diyaloglarına müdahale edemiyordu.)
Genç adam konuşmaya başladı, Yapay Öğrenme öğrenmek için:
Sözlerine devam ediyorken, Platon ona dönerek “Sus seni şapşal bunak” diyerek genç adamın sözünü kesti.
Muad’Dib’e dönerek devam etti: “Bu işi öğrenmek İSTEMİYORSAN bu yoldan gidebilirsin. Demin söylenenleri yapman en az iki yılını alır. Üstelik bu tavsiyeler yeni başlayanlar için değil, zaten bu işin içinde olanlar için geçerli. Halihazırda bu işi yapan adamlar, kullandıkları algoritmaların mantığını öğrenmek, onları kendi işlerine entegre etmek için bu yolu takip edebilirler.”
“Eğer bu işe yeni başlıyorsan, gitmen gereken yol bu değil”, dedi. Ve sonra, genç adamı geldiği cahillikler ülkesine geri gönderdi.
Muad’Dib heyecanlanmıştı:
— Peki söyle ey yüce Platon, bu işi nasıl öğreneceğim?
Platon yine bıyık altından gülüyordu. “Beni takip et, yolu biliyorum”, dedi. Birkaç dakika önce Muad’Dib’in sırtına konan güveyi bir şeyler fısıldayarak fırlatmış ve şimdi güve yanına arkadaşlarıyla dönmüştü.
Gelenler kartallardı. Gandalf’ın kartallarından birine kendisi binerken diğerine Muad’Dib’i oturtarak Yapay Zeka öğrenme yolculuğunu resmen başlattı: Gittim ve döndüm.